Ardını oxu...·
OZ TAMGASI
“Tarih Türklerle başlıyor, kağıdı Türkler buldu, Türklerin kökeni 16000 yıl öncesine gidiyor, Latin Alfabesinin temelinde Türkler yatıyor.” şeklinde birileri ısrarla konuşsa nasıl düşünürdünüz?
Bütün öğrenilenin aksine bu açıklamalar tatlı bir şok olurdu herhalde. Bu iddiaların sahibi neredeyse tüm yaşamını bu araştırmalara vermiş bulunan Kazım MIRŞAN!
Açıklama bugüne kadar kabul edilmiş bir dizi tarih bilgisini toprağa gömerek yepyeni bir çığır açabilir.
Uygarlığın temelinde “yazı”‘nın olduğu bir gerçek. Bugüne kadar bilinen ilk yazının Sümerler tarafından bulunduğu şeklindeydi. Oysa isler Kazım Mirşan’ın bulgularıyla tümüyle değişecek gibi…
Bir başka çok ilginç konu ise Avrupa uygarlığını kuranların Etrüskler olduğunu batılıların uzun süreden beri kabul etmiş olması gerçeği. Zira bu yeni tez Etrüsklerin Ön-Türkler olduğunu kanıtlarıyla belgelemeye çalışıyor.
Benzeri iddiaların bir başka sahibi ise Haluk TARCAN, diyor ki:
“Latin Alfabesinin temelinde Ön Türkçe vardır, dolaysıyla evrensel uygarlığın kökeninde Türkler vardır.”
Türklerin Anadolu’ya ilk geliş tarihini 1071 olarak biliyoruz ancak TARCAN diyor ki;
“Türklerin Anadolu’daki geçmişi en azından 16 bin yıl, başka bir teoriye göre en azından 10 bin yıl geriye gidiyor Türklerin varlığı”.
Bu savları ortaya atan Kazım MIRŞAN ve Haluk TARCAN, batili tarihçilerin birçok saptamalarının yanlış ve eksik olduğunu ısrarla vurgulayarak Türk dilinin 2 grup, 8 dal ve 41 lehçeden oluştuğunun ve bunların tümünü bilmeyen hiçbir bilim adamının yaptığı tarihi inceleme ve araştırmaların doğru sonuç veremeyeceği seklinde.
Osmanlıca, halen kullandığımız ve konuştuğumuz Anadolu lehçesi kökünden uzak ve Arap/Acem etkisi altındadır. Dolayısıyla bu Türkçe ile yapılan araştırmalar sonuç vermeyecektir tarzı saptamalar da var, ayrıca Kazım MIRŞAN 10 ayrı Türk lehçesini mükemmel bilen, Kazak kökenli bir Türk…
MIRŞAN ’ın araştırma ve bulgularını en azından ciddiye alarak araştırmak gerekiyor ancak bugüne dek başta Üniversiteler olmak üzere ilgili kurumlar olayı geçiştirmeyi yeğlemişler Mirşan’a göre.
MIRŞAN’a en büyük desteği veren Haluk TARCAN’in bir başka savı da şu:
“Batinin dili kendine ait değildir, dili dışarıdan gelmiştir” “Hint-Avrupa dili olarak dışarıdan gelmiştir, ancak bunun da kökeni tam belli değildir!
İkinci bir saptama ise Batı’nın hiçbir zaman bir din yapıcısı olamamasıdır. Dini de Mezopotamya’dan gelmiştir, yani Hıristiyanlık dışarıdan gelmiştir Avrupa’ya.
Üçüncü Sav: Yazı da Avrupa’nın kendine ait değildir. Yazısının da Finike’den geldiği varsayılır oysa yazısı da direkt olarak Orta Asya’dan yani Ön Türklerden gelmiştir Avrupa’nın. Özetle Avrupa’nın yazısı, dini ve dili de kendine ait değildir hatta böyle bir kökene de sahip değildir, Avrupa. Fakat Avrupa Rönesans’la birlikte büyük atılım yaparak keşifler, icatlar yapmış ve oldukça ileriye gittiği de bir başka tarihi gerçek.
Ancak kendi kökenini arayan Avrupa 1780 yılında Etrüsk Yazıtlarını bulunca “bizim kökenimiz bulundu” deyip büyük sevinç yasar. Etrüskçe’yi batılılar hiçbir zaman okuyamadılar. Zira Etrüsk Yazıtlarında Yunan uygarlığını bulacağını uman Bati Ön-Türkleri bulunca konuyu “hasıraltı” etmeyi yeğlemiştir.
Bunu yaparken yazıtlardaki yazılar için “bilinmeyen bir irkin okunamayan yazısı” demeyi de ihmal etmedi Avrupalı Bilim Adamları. Yunanca bilindiği gibi sadece 2700 yıl öncesine ait bir dildir.
Avrupa’nın tarihi çok genç! Fransa 1500 yılından beri tarih sahnelerinde, tarihleri 501 yılında başlar ki Atilla 452 yılında ölmüştür.
İngiltere’nin de tarihi 1500 yıldır. En uzun tarih Almanların ki olup 2100 yıldır.
Roma’nın kökeninde Etrüskler var, Etrüsklerin kökeninde de Ön-Türkler var bulgulara göre…
Yunanistan’da da köken olarak Ön-Türkleri buluyoruz, Yunanistan’ın adi da “Içiök” dür, krallık anlamında. Yunanlıların bir bölümü Grek adi altında üst Asya’dan gelmişlerdir. ÖKERIK bunların ilk adi. Ökerik sıkışarak Grek haline gelir.
Kazım MIRŞAN ve Haluk TARCAN ’ın savlarına göre Ön Türklerin kurduğu ilk devletin adi “BIR OY BIL”, günümüzden 12500 yıl önce. Bu devletin sona ermesiyle “TÜRKBIL” devleti ortaya çıkmıştır bu devlette Türkçe konuşulurdu. Türkleri tarih kaynakları hep göçebe olarak niteler, oysa Türkler “göçebe” değil “göçmen”di ve yerleşiktiler. Selçukluları yok eden Osmanlı göçebeleriydi, göçebe kültürüydü. Osmanlıların dayandığı oymak KAYI aşiretiydi.
Bir de Sümerlilerin Türk olduğu savı var!
Sümerler 5000 yıl önce yazıyı icat ettiler, bir nevi çivi yazısı şeklindeki bu yazıyı Batılılar söktüler. Bu yazıyı ilk söken Sir Henry C. Rawlingson “Bu Turani” bir dildir, demiştir.
Sümerce ’de 1000 kadar Türkçe kelime olduğu saptandı, bundan 4–5 bin yıl önce Türkçe Sümerce olarak oluşmaya başlamışken bu dil Proto Türkçedir, yani ilkel bir Türkçedir.
Başka ilginç savlar da var:
Macarlar, Bulgarlar ve Finler de Türk’tü, onlar İslamiyet’e girmedikleri için Türklüklerini kaybettiler. Bugün onlara hiç kimse Türk demiyor. Sadece 30.0000 Gagavuzlar hariç müslüman olan tüm Türk ırkları kimliklerini koruyabilmişler.
Konu derin, çok ilginç ve savların kesin olarak kanıtlanması halinde büyük yankılar uyandıracak, çok şey değişecek.
Özellikle Avrupa aynaya bakınca farklı şeyler görmeye başlayacak…
Haluk Tarcan söyle diyor: 167 milyon yıl önce KRETASE dönemi vardır. O dönemde Orta Asya yok, dev bir deniz var sadece. Jeolojik çalkalanmalar sonucu bu dev deniz parçalara ayrılmış ve ortaya 5 tane deniz çıkmıştır. Bu beş deniz meydana getirdiği tropikal iklimde bir yeni uygarlık doğmuştur. Bu uygarlık Ön Türk kimliklidir. Ön Türk Kimliğinin kurduğu ilk uygarlık ON UYUL ’dur. Bu dönem 8500 yıl öncesidir günümüzden.
Su ilginçliğe bakınız o yıllarda Taklamakan’da deniz vardı bunun ilk adi “UÇUGUY KÖL” dür. Kazan şehrinin o günkü adi ise “IZGINTI UKUZUN” dur. Gobi çölünün ilk adi “BIKLI ÇÖL” dür. ON UYUL dönemi yazıtlarına bakıldığında (5000 yıl öncesi) harflerin bir kısmı örneğin C ve D Latin Alfabesindeki harflerin ayni, demek oluyor ki Ön Türklerde başlayan kelime ve sözcükler hem Latin alfabesinin hem de diğer tüm dillerin temelini oluşturmakta.
Tarcan söyle devam ediyor: “ATOYBIL” devleti konfederasyonun sona ermesiyle “TÜRKBIL” devleti ortaya çıkıyor. Bu da milattan önce 879 yılına denk geliyor. Bu Türükbil devletinde Türkçe konuşulur. Bu devlette tarih yazanlar vardır bu kişilere BOLBOLLAR deniyordu. Bugün bu kelime ilginçtir ki BALBAL olarak geçer.
Ne yazık ki sadece İngilizce, Fransızca, Almanca bilmeye özen gösteren günümüzdeki tarihçilerimiz genelde Orta Asya Türkçe ’si bilmedikleri için Orta Asya kaynaklarını okuyamamışlar ve çevirilerle tarih yazma durumunda kalmışlar, dolayısıyla tarihimizi yabancı tarihçilerden ve de eksik ya da yanlış öğrenmek durumunda kaldık.
Tartışmaya katılan Dr. Selaki DIKER, Sümerlerin Türk olduğunu söylüyor ve Atatürk döneminde de Sümerlerin Türk olduğunu kabul gördüğünü belirtiyor. Bu nedenle o dönemde Sümerbank ve Etibank gibi bankaların kurulduğunu söylüyor. Batılılar diyor ki bizim kökümüz HERETIC (yani Sümerler) dir.
Sümerler bundan 5000 yıl önce yazıyı ettiler. Bir çivi yazısı şeklinde olan bu yazıyı Batılılar söktüler. Bunu ilk söken Sir Henry Creswicke Rawlinson “Bu bir Turani dildir” demiştir. 1000 kadar Türkçe kelime Sümerce’de mevcuttur, ayrıca 20 kadar Arapça kelime de var bu dilde.
Görünen o ki; 4-5 bin yıl önce Türkçe Sümerce seklinde oluşurken dil bir tip Proto Türkçe’dir. Bu durumda Türkçe Sümerce’den başlamıs ve gelişmiş zamanla Göktürkçe olmuş ve sonrasında Mahmut Kagari’yle buralara kadar gelmiş.
Simdi tekrar Kazım MIRŞAN’in açiklamalarina gelelim:
Erken Türk Tarihi alanında 36 kitabi bulunan Kazım MIRŞAN bütün alfabelerin Türk alfabesinden doğduğunu, Etrüsklerin de Türk olduğunu ve kağıdı Türklerin bulduğunu söylüyor.
Mirşan, Floransa’ya gidip büyük Etrüskologlardan Camporealli ile konuşur ve tartışır. Sonunda Camporealli Etrüsklerin Türk kökenli olduklarını kabul eder.
Bugün İslamiyet’i kabul etmeyen ve hala yasayan Türkler de var: Çuvaş Türkleri, Karainler, Karaylar, Gagavuz Türkleri, Yakut Türkleri….
Macaristan’ı kuran 13 kabileden 9’u Türk boyudur. Kuman ve Peçenek Boyudur, 4’ü Pinegol boyudur. Devlete hakim olan Pinegoller olduğu için devletin resmi dili Macarca olmuştur. 1000 yılında Kral Istvan’i Hıristiyanlığı kabul etmesiyle Macaristan’da kullanılan Türk soylu yazı yasaklanmış, Türk Dini yasaklanmış, yasaklanan törelerle birlikte bozunma ve Macarlaşma da olmuştur.
Öte yandan Mısır Piramitlerinden 2000 yıl önce Çin’de Türk boylarının yaşadığı bir bölgede gizli Piramitler var. Bugün Çin bu bölgeyi Turistlere yasaklanmış durumda. Mısır Piramitlerinden 2000 yıl önce yani günümüzden 7000 yıl önce Türklerin yaptığı Piramitler ortaya çıkarsa tarih yeniden yazılacak demektir.
Bu durumda o bölgede 7000 yıl önce 300 metreyi bulan Piramitleri yapan Türkler Mısır’a gidip büyük Piramitler yapması çok mantıklı olmaz mı?
Batı dünyası her ne kadar bilime açıksa da 16. Yüz yıla kadar Aristo’nun her dediğini kabul etmiş yani 1000 yıl Üniversiteler dahil her kurum Aristo’yu tek kaynak olarak kabul ettikten sonra zamanla onun yanlışları ortaya konarak bilim gelişim sürecine girebilmiştir.
Gerçekten yazıyı Sümerler değil de Türkler mi buldu? Ya da Sümerler Türkler miydi?
Eğer bunlar doğruysa Dünya Uygarlığının temelinde Yunanlılar Yunan Uygarlığı değil Türk Uygarlığı yatıyor denebilir. Kağıdı Türkler buldu diyor Kazım Mirşan. Kağıdı Türkler bulduysa gerçekten uygarlığın temelinde Türkler var anlamı çıkıyor.
Latin Alfabesinin ve bugünkü Avrupa Uygarlığı temelinde de Türkler olduğu, Avrupa Uygarlığını Türklerin kurduğu gerçeği ortaya çıkıyor.
Acaba bütün bu savlar ne kadar doğru?
Kazim Mirşan bu savlarında ne kadar gerçekçi?
Türk tarihinde şok araştırma sonuçları çıkaran Kazim Mirşan’ı biraz tanıyarak başlayalım:
Mirşan Doğu Türkistan’da KULCA kentinde doğdu. Su an 83 yaşında, aile soyu Sibirya’ya uzanıyor. Ailesi Türkmen lehçesiyle konuşuyor. 1935 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a getirilir Mirşan. Boğaziçi Lisesinden sonra İstanbul Teknik Üniversitesini bitirir. Mesleği İnşaat Mühendisliği’dir. O yıllardan başlayarak eski Türkleri araştırmaya baslar ve bunu bir yasam biçimi haline getirir. Üç Avrupa dilini bildiği gibi çok sayıda Orta Asya Türk lehçelerini okur ve anlar. Bu konuda Mirşan’ın 41 adet kitabi bulunuyor.
Mirşan’in ilk tezi Dünyadaki tüm alfabelerin Türk Alfabesine dayandığıdır. Alfabe uygarlık demektir, yani hiçbir uygarlık alfabesiz kurulamaz.
Türkler daha konuşmaya başladığında yazmaya başlayan bir halk. Alfabesinin oluşması da binlerce yıllık bir süreç içinde aşama aşama gerçekleşmiş. Ayrıca Avrupa dillerinde çok sayıda Türkçe söz var. Bunların başında İngilizce geliyor.
Mirşan bilinen ilk tarihicinin HEREDOT olduğunu kabul etmiyor ve söyle diyor:
“Heredot’tan önce tarihici Türkler var, bunu yazıtlara dayanarak söylüyorum.”
Onre BINABASI diye bir Türk tarihçi var, general. Finikelilere karşı Çanakkale savaşını yapan, yıl M.Ö 516. Darius’la savaşarak yenmiş bunu Heredot da tarihinde yazıyor.
Heredot Küros Seferini tarihinde anlatır ancak ayni konuyu Onre Binabasi iki kitabında yazmıştır. Ancak batılı araştırmacılar bu gerçekleri görmemezlikten gelmişler.
Mirşan, Etrüsk Yazıtlarını, Mısır Hiyografilerini, Seyteri Ebu Yaziti, Taryat gibi çok sayıda yazıtları okuyarak bu sonuçları çıkardığını belirtiyor.
Türk bilim adamı ve araştırmacılarından ilgi görmediğinden şikayet eden Mirşan, Orhun Yazıtlarının da bugüne kadar doğru okunmadığını söylüyor ve devam ediyor:
“Orhun Yazıtlarının içinde Türkiye Türkçesi yok ne Azeri ne de Kazak ne Kırgız ne de Tatar Türkçesine uyar bu yazıtlar. Ancak siz bütün Türk lehçelerini bilirseniz buradaki gerçek kavramları kolayca çıkarabilirsiniz. İşte benim yaptığım bu. Birçok yanlış okuma ve çözme var su ana kadar;
Mesela Orhun Yazıtlarında geçen ÖTÜKEN YIS ifadesi “Ötüken Ormanları” seklinde çevrilmiş oysa Ötüken “geçerli” demektir. “yis” te “geçerli kanun” anlamındadır. Yani “yis” orman demek değildir. 30 yıldır bu gerçeği söylüyorum ancak ne Bati ne de Türk Milliyetçileri buna sahip çıkmıyor. Çünkü islerine gelmiyor. Bazı slogan milliyetçileri belki de bu iddialar kesinleştiğinde zor durumda kalacak.”
GÖKTÜRK DEVLETI HIÇ OLMADI MI?
Mirşan bir başka sok açıklama daha yapıyor ve diyor ki : “Göktürk Devleti deniyor, Göktürk diye ne halk var ne de Devlet! ” Tarihte bir yerde geçiyor “Gök” sözcüğü. Türklerde iki tane “k” harfi vardır biri “ök” diye okunur digeri “ik” diye okunur. Simdi bu gök sözcüğü iki farklı “k” ile yazılmış, baştaki “ök” harfiyle yazılmış arkasındaki “ik” harfleriyle yazılmış. Bu durumda kelime “gök” olmaz “okik” olur. Okik “Rabbani Türk” demektir.
Bir anlamda Tanrı Devleti manasında bu kelime zira Türklerin o dönemde bile devlet kuruluşlarında Din çok önemli bir faktör. Aslında Türk demek bir bakıma “Din” demektir. Bu durumda söz konusu açıklamalar kabul görürse slogan milliyetçiliği savunacak kavram sıkıntısı çekebilir.
Yukarıdaki açıklama Göktürk Devleti diye okuduğumuz bildiğimiz kavramı ortadan kaldırıyor mu? Öyle gibi.
ATATÜRK: “ANADOLU 7000 YILLIK TÜRK BESIGIDIR”
Yıl 1936 Atatürk diyor ki: “Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda bulunan 5500 yıllık maddi Türk Tarih Belgeleri Dünya Kültür Tarihini yeniden incelemeye sebebiyet verecek niteliktedir.
Atatürk’ün kendi el yazısı ile yazdıklarına bakalım şimdi de.
“Bu memleket dünyanın beklediği, asla unutamadığı bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık bir Türk beşiğidir. Beşiği rüzgarlar salladı beşikteki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın yıldırımlarından, şimşeklerinden, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onları tabiatın babası olarak tanıdı. Onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur, yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
Atatürk “En aşağı 7000 yıllık bir Türk Beşiğidir, Anadolu” diyor. Bu durumda su an bilinen tarihe göre Türklerin 1071’de Anadolu’ya geldikleri varsayımı çöpe gitmiyor mu? Acaba neden Atatürk, 4 bin demiyor 5 bin demiyor da 7 bin yıl diyor?
Atatürk’ ün bu güne dek nedensiz ve ciddi bir dayanağı olmayan hiçbir açıklaması olmadığına göre?
MISIR HIYEROGLIFLERINDE TÜRKÇE VAR MI?
Kazim Mirşan bir başka şok açıklama yapıyor:
‘’ Dogu’da Erzurum’da CUNNI mağarasında bazı yazıtlar var. Bu yazıtlardaki 18 tane harfin Mısır Hiyerogliflerinde bulunduğunu gösterdim. Bunun anlamı söyle: Bugüne dek hiçbir araştırmacı bilim adamı Mısır’a yazının nereden geldiğini bulamadı, bilmiyorlar. Hiçbir yerde Mısr yazısının kökenini bulamadılar. O halde bu 18 harf ne ifade ediyor?
Mısırlıların yazısı Anadolu’dan gitmiştir.” diyor, Mirşan.
Simdi bu açıklamaya ne demeli? O halde Mısır Uygarlığını Türkler mi kurdu acaba? Araştırmaya değer!
BULGU VE ARASTIRMALAR BIZI NEREYE GÖTÜRÜR?
Atatürk 1926’da Türk Parasına Bozkurt resmi koyarak Türk Tarihine ne kadar önem verdiğini göstermiş olmasına rağmen Atatürk’ten sonra bu çalışmalar bırakılmış özellikle 1949’dan sonra ABD’nin etkisiyle Milli Eğitim Politikası tamamen değişme yoluna girmiştir.
Stalin diyor ki: “Tarihi bilen geleceği bilir.”
Napolyon ise: “Her ulusun geleceği tarihinde gizlidir, tarihi de Coğrafyasında gizlidir.”
Yazıyı Türklerin bulması uygarlığın Türkler ile başladığını göstermez mi acaba?
PROF. MUAZZEZ İLMİYE ÇIG: “ İSKİTLER TÜRK ’TÜR.”
Prof. Dr. Çig’in “Bir Türk Kültürünü Kongresinde Türki Devletlerinden gelen Türkologlar bana İskit yazıları tümüyle Türkçe ve Türk dilidir”, seklinde bir açıklaması var.
Bu bulguyu Rus bilim adamları tabi ki kabul etmiyor.
Nedense Rus Akademi Başkanı Prof. Çig’e sunu söyleyebilmiş bir süre sonra: “Ben Sibirya’ya grup olarak gittim 300’den fazla Türk Yazıtı topladım, bunların Türk Tarihine büyük katkıları olacaktır. Türklerde yazı çok yaygınmış.
MİLATTAN ÖNCE TÜRKLER’DE HAÇ!
Doğu Anadolu’da Van’ın güneyindeki Tirsing Bölgesinde Çilgiri köyünde 45 cm çapında bir tas üzerinde bir yazıt bulunuyor. Bu yazıt çözüldü:
Yazıtın ortasında HAÇ işareti var. Yazı 7-8 bin yıllık yani Isa’nin doğumundan 6 bin yıl öncesi ve o yazıtın üzerinde “Haç” işareti var, (Hıristiyanlığın doğuşundan 5-6000 yıl öncesi) bu hacın doğal olarak Hıristiyanlıkla ilgisi yok. Mirşan’a göre “Haç” bir Türk sembolüdür, “OK” demektir. Türkler kendilerine 2 isim vermişlerdir. Bu insanlar kendilerine Türk denmeden önce “OK” sonra da “ON” demişlerdir. Bu ifadeler o dönem dini simge olarak yorumlanıyordu.
Niye kendilerine önceleri “OK” demişler?
“OK” kuantum anlamında algılanmış. Türklere göre bir insan cennete gidebilmesi yani tanrısına kavuşabilmesi için vücudundaki canin bir bütün halinde vücuttan çıkarak oralara gidebilmesi gerek. İste oraya gidebilmesi için ok gibi olması gerek. Bu nedenle kendilerine “OK” der önceleri Türkler.
Yani bir nevi ışınlama gibi…Yakarak gönderme.
Bu durumda haç işareti Türklerde “OK” oluyor. Yani Türkler biz OK’uz zaten ileride Tanrıya kavuşacağız manasında dinsel bir kavram seklinde düşünüyor Haç’ı. Oysa bugün Hıristiyanlar Haç’ı İsa’dan sonra 300 yıl sonrasına ait bir nesne gibi kabul ediyor!
Doğu Türkistan Uramçi mumyalarına ilişkin şu şok saptamaya ne demeli?
Uramçi mumyalarının biri milattan önce 1000 yani günümüzden 3000 yıl öncesine ait. Bir başkası 4000 yıllık Lolan denen bir bayan mumyası.
En büyük özelliği iç organlarının çıkarılmamış olması. Bu mumyanın üzerinde ameliyat izi var, at kılıyla dikilmiş.
Amerikalı doktorların saptamasıyla dünyadaki ilk ameliyatlardan biri olarak kabul ediliyor. Dahası var; buradaki kumaş ekose desenli ve boyalı, günümüzden 4000 yıl öncesinden söz diyoruz, anımsayalım! (M.Ö 2000).
Bir başka ilginç konu ise
ALP DAĞLARI
Avrupa’nın en yüksek dağının adi ALP. Hangi Avrupa dilinde Alp’in anlamı var?
Hiç birinde…
Oysa Türkçe ’de anlamı var. Alp “ulu” demek, yüksek demek. Balkanların en yüksek dağının adı da BALKAN. Türkmenistan’daki Balkan dağının adını buraya Bulgarlar tarafından Hazar kıyılarından göç ederken getirdikleri anlaşılıyor. O bölgede kullandıkları ismi geldikleri yere vermişler.
M.K. Atatürk’ün yüz bası iken okuduğu su şiire bakiniz:
Gafil,
Gafil hangi üç asri,
hangi on asri,
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
M. Kemal daha yüz başı iken Tuna’nın ezelden Türk diyarı olduğunu biliyor ve söylüyor. Neye dayanarak?
Sümerler 19. yüz yıla kadar hiç bilinmiyordu, böyle bir kavram bile yoktu.
Tarihçi olmayan iki konsolos (Fransız ve İngiliz) 19. asırda bir surda araştırma yaparken tesadüfen buldukları tabletlerin okunmasıyla Sümerler diye bir uygarlık ortaya çıktı ve tarih Sümerlerle başlar denmeye başlandı.
Dikkat edilirse tabletleri bulanlar da okuyup yorumlayanlar da Fransız ve İngiliz ve sadece konsolos,tarihçi bile değiller..
Sonuç ve yorumlar ne kadar sağlıklı?
Tartışılır…
Ama su asla tartışılamaz: M.K. Atatürk diyor ki:
“Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük çağdaşlık özelliği ve büyük çağdaşlık yeteneği bundan sonraki gelişimiyle geleceğin yüksek çağdaşlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
Atatürk hiçbir şeyi laf olsun diye söylemez. Tarih bunun kanıtlarıyla dolu…
Bu sözlerin üstünde çok düşünülmeli…
Atatürk o yıllarda bile Türklüğün kökeni konusunda 2000’li yıllara göre çok daha ileri bilgilere sahipti.
Örneğin Gençliğe Hitabesinde “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” derken kesinlikle ırkçılık yapmıyor, kültür ve mayanda bu güç var zaten demeye getiriyor.
“Övün, çalış, güven” diyor Yüce Atatürk… Öncelikle övün diyor, niye?
Geçmişinle övün ki gelecek için güven duyabilecek bir özgüven oluşsun. Bugün sıkıntıda olsan bile geçmişinle övün ve çok çalışarak geleceğini güzelleştir bunun için gerekli güç binlerce yıllık kültüründe zaten mevcut!
Atatürk’ün mesajı bu, iyi anlamak gerekiyor. Atatürk’ün rastgele söylenmiş hiç bir söz ya da açıklaması yoktur.
Haluk TARCAN’in saptamasına göre GÖKTÜRK tarihi Batılılar tarafından uydurulmuş. Jean Paul Lou’nun “Türklerin Tarihi” adli kitabında Göktürk İmparatorluğunun 525’de BUMIN HAN tarafından kurulduğu iddia edilir. Orta Asya Türkçelerini bilmediği için de profesörlerimiz bu kitabin içeriğini Fransızca ’dan çevirip hap gibi Türk Tarihi diye bize sunmuşlar. Oysa kitabin yazarı J.P.Lou “Bumin” diye bir sözcüğün olmadığından haberi yok. Doğrusu “Bümin” ve atalarım” anlamındadır. Bumin Han diye biri yoktur, “Bümin Kaan İstemi” vardır.
Bümin Kaan İstemi M.Ö 879’da Türükbil egemenliğini, Türük Egemenliğini, Türük Konfederasyonunu kurmuştur. Batılılar M.Ö. 879’da mevcut olabilecek bir Türk devletini kabul edemeyeceği için Bümin Kaan İstemi adini yok saymayı tercih etmiştir.
Öte yandan GÖKTÜRK İmparatorluğunun kuruluş ve var oluş bilgileri diye hiçbir belge ve yazıt yoktur. Verilen bilgilerde Türükbil Tarihinin bilgileridir.
Sonuçta da Batı M.Ö. 879 – M.S.575’e kadar mevcut 1450 yıllık Türk Tarihini yok etmiştir. Oysa 41 Türk lehçesinden 10 Asya lehçesini iyi bilen Kazim Mirşan Orhun Abideleri, Türükbil ve At-Oybil dilini okuyarak Batılıların uydurma Ön Türk Tarihini tartışmaya açmış bulunuyor.
Gelinen noktada öncelikle Göktürk İmparatorluğu denen oluşumun yeniden incelenmesi gerekiyor.
Greklerden önce Yunanistan’a ilk adini veren Öntürklerdir. Yunanistan’ın adi “IÇIOK” tur. Yunanistan’daki Yunanlıların bir kısmı doğrudan doğruya Ulukent’e Kızılcalik Vadisinden kalkıp Yunanistan’a gelen Öntürklerdir ki bunlari adi “ÖKRIK” tir, “gök” kelimesi de buradan gelir.
Simdi bu gerçekler kapsamında Yunanlılar Ege Denizinden nasıl hak iddia edebilecekler?
Daha da ilginci su:
Pelas soyundan olan Attika halki Helenleşirken dillerini de değiştirirler. Kim diyor bunu?
HEREDOT!
Nerede söylüyor? Birinci kitap 57’de.
Peki Pelaslar kim?
Pelaslar Etrüsk’tür, Türk’tür!
Bunu bugün Yunanlılar da Batılılar da kolay kolay kabul edemez. O halde çıksınlar 5–6 bin yıl öncesine ilişkin bir Yunan yazıtı göstersinler de bir görelim! Ama bulamayacaklar…
M.Ö. 8. yüz yılda Avrupa’dan bir tek şehir adi sayılamaz, yoktur. Oysa biz 4 Türk şehrinin o tarihlerde Avrupa’da var olduğunu söylüyoruz:
– Abakan Sarayi
– Serene
– Urkun
– Boluk
– Karabalgasan
Ön Türkler bu şehirlerde yerleşik olduklarına göre simdi kim göçebe Avrupalılar mı, Türkler mi?
Kim Avrupa ’lı kim değil?
Kuzey İspanya Lasparsiya Mağarasında bulunan 14000 yıl önce yazılmış bir yazıt var. Yazıt üstelik Ön Türkçe yazılmış!
Buna ne demeli?
Ön Türklerde “ÖKÜK” kelimesi çok önemli, rabbani demek. İlahi bu kavram daha o yıllarda kullanılıyor.
Kazim Mirşan’in bu şok açıklamalarına destek veren bir Norveç’li profesör var, adi
Shell ARTUN.
Kendisine Norveç Bilimler Akademisinde bir deli gözüyle bakılmaktadır çünkü 1994 yılında üniversite dergisindeki yazısında diyor ki:
“Doğudan gelen Runik Yazıları Orta Asya’dan geliyor ve bilinenin aksine 2000 yıl daha eskiler. Shell Artun ayrıca runik yazılarının Alman kökenli değil Türk kökenli ya da Asya kökenli olduğunu söylüyor.
Yıl 2006 ve İsveç’te bir köy İsveçli olmalarına rağmen Türk asıllı olduklarını ısrarla iddia ediyorlar. Gazetelerde okuyor TV ‘ler de izliyoruz..
Bütün bunlar masal mi ya da salt rastlantı mi?
Kazim Mirşan bütün açıklamalarında Türk Tarihinin yüceliğini göstermeye çalıştığını, Avrupa Medeniyetini bile Türklerin kurmuş olduğunu ya da en azından katkıda bulunduğunu gösteren yazıtları okuyarak aktardığını söylüyor. Bulguların en ilginç olanlarından biri de Avrupa Medeniyetinin kurulusuyla ilgili:
“Etrüskler Avrupa Medeniyetini kuran bir halktır. Etrüskler Ön Türklerdir. Dolayısıyla Avrupa Uygarlığının temelinde Türkler var.” Ancak bu savı Bati kabul etmiyor ve “Evet Avrupa’da ilk devleti kuran Etrüsklerdir ancak bunlar Türk değildir” diyorlar.
Kazim Mirşan’in bu sava yanıtları söyle:
“Avrupalılar Avrupa’nın en eski medeniyetinin Yunan Medeniyeti olduğunu söylüyor. Bu nedenle Etrüsklerin de alfabeyi Yunanlılardan aldığına inanıyorlar. Kanıt olarak da 754 tarihli MARSILIANA TAHTASI gösteriliyor. Hiçbir dayanak olmamasına rağmen bu tahtadaki alfabeleri Etrüsklerin Yunanlılardan aldığını kabul ediyor, Bati. Ancak tutarsızlık ciddi boyutlarda!
Ne Fenikeliler ne de Yunanlılar da hiçbir alfabe çalışması olmamıştır tarihte.. Buna karşın Etrüsklerde 7 ayrı alfabe var. Yeni alfabe çalışması olan tek halk Etrüsklüler…
Bu bilgiye rağmen batılılar alfabeyi Etrüskler Yunanlılardan aldı demeyi inatla sürdürüyor. Etrüsk alfabesinde bugün hala kullandığımız A,B,C,D,E harflerini MARSILIANA Tahtasında, Mirşan göstererek belgeliyor. Bunlar İtalya’da bulunmuş Etrüsk Yazıtları, dikkatinizi çekerim.
Avrupalılar Yunanlıların İtalya’ya ilk medeniyeti getirdiğini kabul ediyor ve ön yargıyla 764’te Etrüsk’le tarih baslar diyorlar. Çünkü onlara göre Etrüskler alfabeyi Yunanlılardan aldı. Oysa kesin bir gerçek daha var atlanan. Dünyada alfabe üzerinde çalışmış tek halk Orta Asya Türk alfabesi üzerinde çalışmış Türk ve Etrüsk halkı.
Şimdi bu durumda alfabe üzerinde hiçbir çalışması olmayan Yunanlılardan Etrüskler nasıl alfabeyi kopya etmiş olabilir?
Olanaksız, mantık dışı!
Bütün bu gerçeklere rağmen batı neden her şeyi Yunanlılara mal etmeyi tercih eder?
Yazıtlarda açık seçik görülüyor, Etrüsk Alfabesindeki harflerin karşısına Yunanlılar o harfe benzeyen kendi harflerini koymus ancak alfabenin prensiplerini ise değiştirmemişler.
Avrupa’nın böylesine mantık dışı bir kabulü bu kadar yıl yapıyor olması oldukça düşündürücü. Üstelik doğru dürüst hiçbir yazıt okumadan, çözmeden! Okuduk dedikleri de salt isim sayarak… Manalı tek sözcük yok okudukları.
Kazim Mirşan üşenmez birde Etrüsklerin anavatanına gider, neresi mi?
ETRURIA, FLORANSA (Orta İtalya)
Orada Prof. Comporeale ile görüsür, fikir ve bulgularını aktarır ancak pek olumlu yanıt alamaz. Bunun üzerine Mirşan, Comporeale’ye Orta Asya’dan Türklerde 5 tane “T” harfi olduğunu bulgularıyla gösterir, İtalyan inanmakta güçlük çeker, şaşırır.
İtalyanlarda kendi tarihine ilişkin araştırmalarda PERUGIA’da bir tas bulunca artık Avrupa’nın tarihi belli oldu, bu ETRÜSKLERE ait bir tas dediler. Olay 1940-50’lerde geçer ve İtalyanlar sevinçten uçaklarla halka bildiri atarlar.
“Geçmişimizin belgesini bulduk” sloganıyla ortalığı ayağa kaldırır İtalya.
İtalyanların bir başka yanlışı ise Etrüsklerin Yunanlıların o bölgeye çıkışından sonra 750 yıllarında orada yaşadıklarını kabul etmek. Kazim Mirşan devam ediyor:
Etrüsklerin sözcükleri var ve Etrüsk yazıtları genelde dini kavramlar içerir. Etrüskçe sözlük neredeyse tümüyle Türkçe sözlerle dolu, rahatça anlayabileceğimiz sözler.
Sümer yazısında ise farklı bir durum var. Adam balık resmi yapıyor, balık diye okuyor, yani okumaya bile gerek yok. Öte yandan bazı Batılı bilim adamları Etrüsklerin Türk olduklarını kabul ediyor. Ancak bu bulguyu genel Avrupa fikir sisteminde kabul ettirebilmiş değiller. Bu fikri savunan Avrupalılardan bir kaçı söyle:
Etrüskler adli eserin yazarı TAYLOR
Delanguage Rusk eserinin yazari Bahon CARRA ve VUKS.
Mirşan bir kez daha vurgulayarak diyor ki Erzurum Cunni Mağarasında bulunan Hiyeroglifler Mısır yazısının Anadolu’dan gittiğini gösteriyor. Cunni mağarasında bulunan 18 tane harf Mısır Hiyerogliflerinde de aynen var günümüzden 5000 yıl öncesine ait, bu durumda Mısır’a yazı Anadolu’dan gitmiştir. Bu büyük bir olasılık.
Bugün Mısır yazıtlarının kökenini gösterecek hiçbir belge yok, tek kanıt Anadolu’dan Erzurum Cunni mağarasindan çıkıyor.
Anadolu’dan Mısır’a yazı 5 bin yılında gitti 2 bin yıl daha geri giderek Anadolu’daki Etrüsk yerleşimi başlangıcını da düşünürsek toplam 7 bin yıllık bir süreç ortaya çıkar….
Atatürk ne demişti anımsayalım:
“Anadolu 7000 yıllık Türk beşiğidir.”
Şok açıklamalar ve savlar olanca hızıyla devam ediyor. Haluk Tarcan diyor ki:
“Bugün İskandinav ülkeleri İskandinav Runik yazılarının kökenini DINYEPER bölgesinde (eski öntürkçe de adı OZU NEHRI – OZU OGIZ) aramaktadırlar. Dinyeper bölgesinde BIR OYBIL Devleti vardır. İskandinavların bir başka arama noktası ise Val CAMONICA’da İtalyan Alpleridir. İtalyan Alplerinde Ön Türkçe yazılar bulunmuştur.” Yani İskandinavlar RUNIK yazıyı icat falan etmemişler, dışarıdan getirmişler. Bu durumda RUNIK yazısı nereden gelmiş olabilir? Bulgular Runik yazısının Ön Türkçeyle yakin benzerliğini vurguluyor.
Öyleyse?
Kazim Mirşan Sümerlerin Türk olduğunu, daha 1936 Türk Dil Kurumu Kongresinde tartışıldığını ve ünlü Fransız Sümerolog Hiler Barentan ve diğer yabancı bilim adamlarının da bu savı doğruladıklarını belirtiyor.
220 yıldır okunamayan Etrüsk Yazısını çözdüğünü ısrarla vurgulayan Mirşan kanıksanmış bilgilerin de zamanla yıkılacağını söylüyor. Örnek olarak da Einstein’in söylediklerinin Stephen HAWKING adli fizikçinin yıkmakta olduğunu belirtiyor.
Anlaşılan o ki Yüce Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun başlattığı ciddi araştırmalar Atatürk’ün ölümüyle rafa kaldırılmış yıllar adeta boşa harcanmış. Oysa ilk kurulduğu yıllar Türk Dil Kurumu her yıl toplanırdı. İlk konferansının konusu da “Selçuklu Öncesi Türk kültürüydü.”
Ya sonraki yıllar?
Demek oluyor ki ne Türk Dil Kurumu ne de Üniversitelerimiz bu konuda araştırma yapmadılar onca yıl. Daha da vahimi yapılanları da dikkate ve araştırmaya değer bile bulmadılar. Nasılsa neredeyse tablet haline gelmiş tercüme tarihler varken neden araştırma yapılsın ki?
Einstein’in bir sözü var: “Bir ön yargıyı ortadan kaldırmak Atomu parçalamaktan daha zordur.”
Belli ki ön yargı ve alışkanlıkları değiştirmek daha çok vakit alacak…
Bütün bu araştırma ve savların sonucunda nereye ulaşılmak isteniyor diye düşünmek de olası doğal olarak.
Eğer bu savlar kanıtlanırsa Avrupa Uygarlığının kökeninde Latinler değil Türklerin olduğu ortaya çıkacak ve Yunanlıların Klasik Çağ Uygarlığını temsil etme ayrıcalığı sona erecektir. Bu da Türk Toplumu için Bati nezdinde çok daha prestijli bir konum ortaya çıkarmaz mı?
Tarihin başlangıcında iki Türk Devleti var biri ETRÜSKLER biri de PELASKLAR’dir. Pelask ulusu Yunanistan’a Yunanlılardan bin yıl önce gelip yaşamıştır. Bu durumda Yunanistan’da Yunanlılardan önce bir Türk Devleti kurulmuş olmuyor mu? Araştırmacı Adile AYDA Latin Alfabesinin Pelesklerden geldiğini savunuyor.
Buna ne buyrulur!
Acaba tarih yeniden mi yazılmalı?
1997 yılı Mart ya da Nisan ayında Cumhuriyet Gazetesi’nde Ahmet Taner Kışlalı’nin bir yazısı çıkar: “TARIH YENIDEN MI YAZILMALI?” Bu savı da aşağıdaki bulgulara dayandırır yazısında:
Fransa’daki bazı bilim adamlarının bulguları, kütüphanelerdeki bulgular Türklerin yaklaşık 2200 yıl önce İstanbul’a geldiklerini kanıtlıyor. Hatta buraya “ASTANBOLIK” adini vermişler. ASTAN Ön Türkçede “GÖK”, Zazaca da “GÖKYÜZÜ” anlamına geliyor. “BOLIK” de “KENT” anlamına geliyor. Türkçede KENT.
Örneğin Hun Devlet geleneğinde Ordu karargahlarının olduğu yere özellikle Uygurlarda “ORDUBOLIK” deniyordu ve ayni zamanda buralar“başkent” anlamına da geliyordu.
Bir başka açıdan bakıldığında yıllardır bizlere söylenen “Türk Tarihi ORHUN Yazıtlarıyla Baslar” ifadesi ne yazık ki gerçekçi olamıyor.
Dönüp dolaşıp yine Yüce Atatürk’ün su ifadesine geliyoruz: “Bu memleket 7 bin yıllık bir Türk Beşiğidir ve bu beşik de medeniyetin özüdür.”
Bu söz boşuna ya da rastgele söylenmiş olamaz bize göre.
Aslonulnan doğruların ortaya çıkması, zira zaman en kutlu yargıçtır. Zaman hiçbir biçimde gerçeğin çok uzun süre gizli kalmasına izin vermez. Türk Ulusunun uygarlığın beşiği olduğuna dair bulgular er geç kanıtlanacaktır.
Kazim Mirşan’in bulgularına bilim adamları bugüne dek kuşku ve araştırmacı bir gözle bakmış olsalardı aslında su an çok şey kökünden değişmiş olacaktı. Ne yazık ki bu konu da tipik Türk usulü geçiştirme uygulandı bugüne dek..
Alman Tarihçi HAMMER söyle demişti bir zamanlar: “Tarih Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki bunlar uygarlığın birer ziynetidir.”
La Martin ise: “Bence insanlığa şeref veren Türk ulusunun düşmanı olmak insanlığın düşmanı olmaktan farksızdır.”
Martin Luther King Almanlara söyle seslenir: “Ey Almanlar, bırakınız Türkler Almanya’yı istila etsinler, hakkin adaletin ne olduğunu size Türkler öğretecektir.”
Bu sözler acaba neden söylenmiş, düşünmek gerek..
Tartışmalara Yrd. Doç. Dr. Cengiz ALYILMAZ da katılarak diyor ki: “Türkiye’nin 2 kati yüz ölçümüne sahip Moğolistan’daki araştırmalar gösterdi ki “Ben Türküm” diye haykırmayan hiçbir anıt, hiçbir yazıt, hiçbir bengü taşı yok oralarda.
Bulgular artik sunu belgeliyor: KÖLTIGIN, BILGE KAGAN ve TONYUKUK yazıtları Türklerin ilk yazıtları değil. Türk dili burada deyim, vecize, atasözü düzeyine ulaşabiliyor ancak. Alfabe tesadüfi bir alfabe olmayıp ORHUN ’a gelinceye dek mükemmelleşmiş ve imla kuralları şekillenmeye başlamıştır.
ETRÜSKLERIN SIRRI!
Kazim MIRŞAN Etrüsklere ilişkin yine sok açıklamalar yaparak konuya yepyeni bir boyut getiriyor:
İtalya’da Piacenta Settina bölgesinde ki PO ovasında, bir Etrüsk anıtı var. Bronzdan yapılma taş değil sapa sağlam hiç bozulmadan günümüze dek kalabilmiş.
Anıtta bir piramit figürü görünüyor. Piramidin güney tarafı Etruria’yi gösteriyor, bugünkü İtalya’da. Öbür tarafı ise Avusturya’daki Kelt Bölgesini gösteriyor. Piramidin bir diğer ucu ise Fransa’daki Glozel’i gösteriyor. Yani bize demek istiyorlar ki biz Glozel halkı, Etrüsk halkı ve Avusturya’da yasayan Etrüskler ayni halkız…
Mirşan devam ediyor: Bu anıtta bir de “göz” figürü var. Gözün yanında “ESIÇIN ELIZ” yazılı yani “senin anmakta olduğun halk”
O ne demek? ETRÜSKLER!
Ayrıca ayni yerde “OK ULUYUZUG” demiş. Anımsanacaktır Türkler kendilerine çok eskiden “OK” diyorlardı, Türk demeden önce. “OK” yüceliği, yani “Ok hakimiyeti” anlamına geliyor.
Burada ayrıca “Esibiz es uçulusug” diyor, “bize bağli liderlik” anlamında bu da GLOZEL’i gösteriyor, çizgileri takip edince.
Anıtın üst kısmında “uzatikulir uçuz”, uzaktaki liderlik anlamında yani güneydeki ülkeler demek oluyor.
Buradaki en önemli yazı “usuluçun” ifadesi. Usulmak yani vücut bulduğunuz yön. Us vücut demek, Bati “corpus” diyor. Etrüskler “us” kelimesini Tanrı manasında da kullanıyor. Yani bizi yaratan Tanrı var ya iste onun bulunduğu yön deyip doğuyu gösteriyor, oradan geldik demek istiyor. “Eziçiz esis atab” diyor yine, “atab”- atanan şey- bugünkü anlamında. Yani “transfer olanlar bölgesi” demek istiyor.
“Heredot ’ta Anadolu’dan gelenler Umbria’ya yerleştiler” der kitabında. Tümüyle doğru!
Etrüsklerin bu ifadesini de Heredot doğrulamis oluyor. Umbria’ya yerleşenlere “transfer olanlar” diyor.
Daha ne desin?
TÜRKLERIN ANA YURDU:
Türklerin ana yurdu neresidir diye sormak gerekmez mi artik?
Orta Asya mıdır? İtalya’da Etrüsklerin olduğu Orta İtalya midir? Nedir?
Kazim Mirşan’a göre “Türkler tarih boyu toplu halde altı yerde bulundular.”:
– Issık Gölü ve civarı
– Ural Dağlarının güneyi Sölgentaş Mağarasının bulunduğu yer.
– Tavas ve civarı (Bu Türklerin asil ana yurdudur – Kazakistan)
– Sibirya Ulukent Havzası
– Doğu Anadolu
– Güney Batı Fransa (Burada Türkler yaşamış)
Türkler Doğu Anadolu’da Mısırlılardan önceki dönemde bulundu. Mısır yazısı da buradan Mısır’a gitti.
Bu altı yerin hepsi de Türklerin ana yurdu olduğunu göstermez. Türkler birinden diğerine gitmişler ve yer değiştirmişler sürekli…
Türklerin ana yurdunun Kazakistan olduğunu söyledik. Etrüsklerin sembollerinden bir çoğu Kazakistan’da görülen sembollerin aynısı. Etrüsklerin Avusturya’da bıraktıkları eserler de ayni.
İLGİNÇ DİĞER AÇIKLAMALAR:
Prof. Muazzez ILMIYE ÇIG konuya uzmanı olduğu Sümerler ile giriyor, diyor ki:
“Azerbaycan’da ATAKISI ÇELIKLIOGLU KASIM diye bir Doçent var kitabında SÜMERCE tümüyle Türkçedir” diyor.
Kanadalı bir hanim araştırmacı EZEL, Kanada’ya daha 12. yüzyılda yani İsa’dan 1200 yıl önce Orta Asya’dan Türklerin gelerek oraya yerleştiğini, Apaçilerin Türk olduğunu söylüyor. Gel de simdi çık işin içinden!
Görünen o ki bütün bu açıklama ve savlar mutlaka daha ayrıntılı ve bilimsel olarak araştırılarak sonuçlandırılmalıdır. Zira sav düzeyinde kalan bütün bu bulgular bilimsel olarak kanıtlandığında tarih özellikle Türk ve Avrupa tarihi yeniden yazılarak müthiş gelişmelere sahne olması kaçınılmaz.
Popper’in dediği gibi “bilimin günümüzdeki en önemli özelliği yanlışlanabilir olmasıdır. Yoksa bilim bilim olmaz, dogma veya ideoloji olur.”
Simdi de tekrar Atatürk’e kulak verelim:
“Dünya yüzünde ondan (Türk) daha büyük, ondan daha ESKI, ondan daha temiz bir millet yoktur ve tüm insanlık tarihinde görülmemiştir” (1929)
“Türk yurdu daha çok büyüktü yakin ve uzak zamanlar düşünülürse Türk’e YURTLUK etmemiş bir KITA yoktur. Bütün dünyada Asya, Avrupa, Afrika hatta Amerika Türk atalarına Yurt olmuştur.” (1929)
 
Ardını oxu...
Bir neçə gündür mediada Ordubad rayonunda “qədim Alban məbədi” kimi təqdim edilən tikilinin rekanstruksiyası və təmirinə etirazlar səngimir.

Kult.az xəbər verir ki, əksəriyyət “18-ci əsrə aid” bu məbədin təmir edilərkən çox dəyişdiyini və əslinə bənzəmədiyinə etiraz edərək, mədəni abidələrə bu cür yanaşmanı qəbuledilməz sayır.

Qəribədir ki, Alban məbədi kimi təqdim edilən tikilinin “18-ci əsrə” aid olduğu məsələsinə kimsə diqqət yetirmir. Çünki Alban məbədləri daha qədim tarixə malikdir.

Tarixçi alim, dosent Zaur Əliyev məsələyə aydınlıq gətirərək qeyd edib ki, bu tikilinin Alban abidəsi olduğunu iddia edənlər Alban memarlığından xəbərsizdirlər:

“Naxçıvan qədim ərazi olaraq Alban abidələrinin olduğu bir bölgəmizdi. Amma bu fotoda təqdim olan kilsənin albanlara heç bir aidiyyəti yoxdur.

Bu, tikilişinə görə rus pravoslav kilsəsidir. XIX əsrdə Rusiyanın Azərbaycanı işğal etməsi və burada rusların məskunlaşması Azərbaycanda pravoslavlığın yayılmasına təkan vermişdir. Bakı və Azərbaycanın digər bölgələrində məskunlaşan rus əhalisinin əksəriyyəti hərbçi və məmur ailələrindən ibarət idi. Onların dini tələbatının ödənilməsi və çar Rusiyasının Azərbaycanda mövqeyinin gücləndirilməsi məqsədilə pravoslav kilsələri və dua evləri inşa edilmişdir. Bu tikili də təxminən 1829-cu ildə Ordubadda yerləşən rus qarnizonunun əsgər-zabit heyətinin dua etməsi üçün tikilən kilsədir. Uzun müddət rus pravoslav kilsəsi kimi fəaliyyət göstərib. Abidə şəhərin ən yüksək məkanlarından birində inşa edildiyinə görə ətraf ərazi buradan yaxşı görünür. Düzdü, ilk tikilişi zamanı belə deyildi. Sadə və bir qülləsi var idi. Ruslar burdan gedəndən sonra bura heç kim yaxın durmadı. Hətta bir müddət bura anbar kimi istifadə edildi. Hər yeri erməniləşdirməyə çalışan ermənilər buranı kilsə etmək üçün öz aralarında pul yığırlar. Xüsusilə bu işdə Əylis kəndində yaşayan imkanlı bir erməni çox pul verir və şərt qoyur ki, o öləndə onu və ailəsini kilsənin içində dəfn etsinlər. Buna görə burda restavrasiya işi gedəndə həmin ermənilərin məzarları tapılır.

Dövrümüzə çatmış çoxsaylı monumental memarlıq nümunələri Alban memarlarının ustalığından xəbər verir. Erkən orta əsrlər Alban memarlığı haqqında daha geniş və çoxsahəli məlumatı Alban memarlarının ən yaxşı inşaat təcrübəsinin istifadə edildiyi dini tikililərdən almaq mümkündür. Ona görə də bu günə qədər neçə-neçə Alban kilsəsi memarlığını öyrənən biri kimi deyirəm ki, restavrasiya olunan bu kilsənin Alban memarlığına və albanlara aidiyyəti yoxdur.

Bir neçə dəfə sökülməsi barədə qərar qəbul edilsə də, imkanlı Ordubad sakinləri buna izn verməyiblər. 1947-ci ildə burada nasos stansiyası yaradılıb. Məbədin yaxınlığında isə süni göl tikilib və bu göldən nasoslarla suvarma şəbəkəsinə su vurulub.

Buranı restavrasiya etmək qərarını kim veribsə, səhv məlumat üzərində aparıb işləri. Ordubadda o qədər restavrasiya olunası yerlər qala-qala buranı təmir edib, Alban adı ilə təqdim etmək savadsızlığı göstərir”.
Ardını oxu...
Bu insan 14 yaşından mahir bir döyüşçü kimi yetişmişdi və qılınc oynatmaqda, ox atmaqda, döyüşkənlikdə öz yaşıdlarından əhəmiyyətli dərəcədə fərqlənirdi. 15 yaşından atasının hərbi səfərlərində iştirak edir və şücaətinə görə ona kəşfiyyat dəstəsinin komandiri vəzifəsi həvalə edilir. 16 yaşında isə Azərbaycan əyalətinin xanı olur və 1 il Cənubi Azərbaycanı idarə edir. Ağa Məhəmməd xan bütün döyüşlərdə əlində qılınc ön cərgədə döyüşürdü, ölənə qədər bu cəsur vərdişindən əl çəkmədi.
Ağa Məhəmməd xan olduqca inadkar, fərasətli və savadlı bir sərkərdə idi. 1759-cu ildə atasının öldürülməsindən sonra 17 yaşlı Ağa Məhəmməd qacarları başına toplayıb zəndlərə qarşı dörd il partizan savaşı aparmış, 1763-cü ildə Kərim xan Zəndin 4 minlik qoşununa qarşı 500 nəfərlik dəstəsi ilə döyüşmüş, qeyri-bərabər döyüşdə doqquz yara alsa da mühasirəni yarıb xilas ola bilmişdi. Aldığı doqquz yaradan biri də qasıq nahiyəsindən dəydiyi üçün xacəliyinə səbəb olmuşdu.
Gənc yaşlarından xacə olması, atasının ölümü və Zəndlərə girov düşməsi şah Qacarı həyatdan küsdürməmiş, əksinə, daha da mübariz, çalışqan və inadkar olmasına səbəb olmuşdu. Zəndlərin girovluğunda keçən 16 illik həyatında fransız dilini mükəmməl öyrənmiş, din, fəlsəfə ilə dərindən maraqlanmış və hərbi bacarıqlarını daha da artırmışdı. O, həmçinin islam dininin mahir bilicisi idi. Hətta Qurana təfsirlər yazması haqqında məlumatlar da var. Əminliklə deyə bilərik ki, Azərbaycan tarixində Ağa Məhəmməd şah Qacar qədər intellektual ikinci bir hökmdar olmayıb.
Gənc yaşlarından keçirdiyi ağır həyat və qarşılaşdığı məhrumiyyətlər onu mübarizəsindən daşındırmadı, mübarizəyə başlamaq üçün uyğun zamanı gözlədi. Həmin zaman yetişənə qədər özünü mübarizəyə hərtərəfli hazırladı. 1779-cu ildə Kərim xan Zəndin ölümündən sonra yenidən aktiv mübarizəyə başladı və 1794-cü ildə İranın tamamını hakimiyyəti altına aldı. Qısa müddətdə şimali Azərbaycanı da nəzarətinə alan şah Qacar parçalanmış səltənəti yenidən bir bayraq altında birləşdirən sonuncu türk hökmdarı oldu. Əgər şah İsmayılın bütövlük mübarizəsində yanında onu yetişdirən lələləri var idisə, şah Qacarın yanında özündən savadlı, bacarıqlı kimsə yox idi. Ağa Məhəmməd şah Qacar İranda 130 illik türk hakimiyyətinin əsasını qoyaraq türkün sonuncu fatehi kimi tarixə həkk oldu.
Ağa Məhəmməd şah bütün xüsusiyyətlərilə türk hökmdarı idi. Onun qoyduğu Qacar yasasına görə vəliəhd olan şahzadələr hər iki tərəfdən türk qanı daşımalı və taxta çıxana qədər mərkəzi Təbriz olan Azərbaycan vilayətini idarə etməli, Azərbaycan mühitində, türklərin əhatəsində yetişməli idi. Təsadüfi deyil ki, türk dilində ana dili kitabları ilk dəfə İranda Qacarların hakimiyyəti zamanı nəşr edilmişdi. Şah Qacarın əmri ilə türk dilində atalar sözləri, zərb-məsəllər toplusu olan "Əmsali Türkanə" adlı kitab yazılmışdı.
Şah Qacar din əhli idi. Ömrünün böyük bir həssəsini at belində hərbi səfərlərdə keçirməsinə baxmayaraq ibadətini vaxtı-vaxtında yerinə yetirərdi. Din xadimlərindən tiryək əleyhinə fətva vermələrini tələb etmişdi. Dünyəvi elmlərlə bərabər güclü mədrəsə təhsili almışdı. Əhli-beytə, xüsusilə də Hz. Əliyə sonsuz məhəbbəti vardı. Əhli-beytə ehtiram əlaməti olaraq Kərbəlaya su çəkdirmiş, İmam Hüseynin məqbərəsini təmir etdirmişdi. Vəsiyyətinə uyğun olaraq Nəcəfdə Hz.Əli ilə yanaşı dəfn edilib.
Elbrus Vahidov
Teref.az
 
Ardını oxu...
Vəfat edən Xalq artisti bu xəstəlikdən əziyyət çəkirmiş
İranə Tağızadə bir ilə yaxın idi ki, ağır nevroloji xəstəlikdən əziyyət çəkirdi”.

Teref.az xəbər verir ki, bu sözləri Oxu.az-a açıqlamasında mərhum Xalq artisti, rejissor İranə Tağızadənin vida mərasimində aparıcı hacı Nuran Hüseynov deyib.

Onun sözlərinə görə, sağalacağına ümid yox idi:

“Bir il idi ki, ağır nevroloji xəstəlikdən əziyyət çəkirdi. Xəstəlik bütün hüceyrələrini öldürdü. Günü-gündən onu ölümə yaxınlaşdırdı. Yoldaşı Firdovsi mənim yaxın dostumdur. Ailəlikcə münasibətimiz var idi. Onu Almaniyaya müalicə üçün apardı. Lakin həkimlər ümid olmadığını bildiriblər”.

Hacı Nuran sonda İranə Tağızadənin ölümünə görə gecə Bakıya gəldiyini qeyd edib.
 

Ardını oxu...

"Dil qoruyucuları" adı altında şəxsi ambisiyalar naminə qadağalar, məhdudiyyətlər, pisləmələr, lağlağılıqlarla Azərbaycan dilini etibarsızlaşdıranlar əfv olunmamalıdırlar...
Musiqi zövqündəki müxtəlifliyin, tərbiyənin keyfiyyətinin dilin leksik-qrammatik, orfoepik, stilistik və ya sintaktik quruluşu ilə heç bir əlaqəsi yoxdur...

Dövlət Dil Komissiyası yanında Monitorinq Mərkəzinin “Mahnılarımız monitorinq aynasında” tədbirinin müşayiəti ilə yazıçı Seyran Səxavət, Rəsul Rza üslubuna "xor" baxıb. O, şair-ədəbiyyatşünas, professor Vüqar Əhmədi bir növ top atəşinə tutub. Gəlin, diqqət və müqayisə edək:
Vüqar Əhməd: “Şeir-sənət keşiyisən, Göy Xəzərin beşiyisən, Abşeronum mənim” ("Abşeronum mənim" şeiri)

Rəsul Rza: 
"Hər qarışın şair qızın
Natəvandan xəbər verir.
Sən nəğmələr beşiyisən,
sən muğamlar keşiyisən." ("Şuşam mənim" şeiri)

Seyran Səxavət: 
"Bu nədir? Şeir-sənət keşiyi nə deməkdir? Abşeron elə Xəzər dənizinin içindədirsə, necə Xəzərin beşiyi olur?"
S. Səxavət dolayısilə şairə "dərs" də verib: "Cümlə qurmaq dövlət qurmaq qədər çətindir, vəssalam".
Belə ağıl və idrak sahibləri ilə təmasda olduqda adam XXI əsrdə yaşadığına inanmır.
S.Səxavətin Monitorinq Mərkəzinin tədbirində asıb-kəsdiyi "Sən tel ol, mən daraq" misrası isə şairə, dramaturq, əməkdar incəsənət xadimi Kəmalə Ağayevaya məxsusdur!
Təsəvvür edin, tədbirdə heç bir monitorinqçi və ya alim-akademik bu fikirlərə etirazını da bildirməyib. Biganəlik olan yerdə sakit ölüm var. Deyəsən, nəsibimiz sükut içində tənəzzülümüzdür!
İndi yaradıcı insanlar nə etsinlər? Əllərinə qələm alanda Monitorinq Mərkəzini xatırlasınlar? Qadağa öfkəsi ilə od püskürən simaları hiss və duyğularına hakim kəsdirsinlər?! Yaradıcı insanlar kompleks yaşasınlarmı?! Bəlkə duyğu ümmanlarından ayrılıb təxəyyüllərini gölməçəyə atsınlar və başlasınlar monitorinqin "azman" fəaliyyətini nəzmə çəkməyə?!
Bu qəbil iradlar yaradıcı insanların psixologiyasına depressiv təsir göstərmək, onların dilin zənginliklərindən geninə-boluna istifadə etmək imkanlarını məhdudlaşdırmaq və Azərbaycan dilinin qıt obrazını yaratmaq niyyətini ehtiva edir. Naşılıqdandır, ya nədəndir, bilmirəm. Bir onu bilirəm ki, çox zərərli və təhlükəli fəaliyyətdir. Heç sovet dövründə də dilimizə, yazı qaydalarımıza qarşı akademşəbəkənin yaşatdığı zilləti yaşatmayıblar, əksinə, dilimiz tam sərbəst olub, gözəlliyini, əlvanlığını və orijinallığını qoruyub saxlayıb.
Hələ bu harasıdır? Dövlətin büdcəsindən maliyyələşən qurumun audio-vizual fona malik cazibədarlıqla dolu formal tədbirində müğənnilər önündə səlahiyyət nümayiş etdirmək, öz mənəm-mənəmliklərini diktə etmək naminə Azərbaycan dilini gözdən salmaq və etibarsızlaşdırmaq meyilləri açıq-aydın görünür. Hansısa akademşəbəkə üzvlərinin reklamı niyə Ana dilinin sıxma-boğmaya salınması və döyəclənməsi hesabına olmalıdır axı?
Deliriyadan əziyyət çəkən bu "dil qoruyucuları" görün, dilimiz haqqında hansı təsəvvürü formalaşdırırlar?!
“Azərbaycan dili bu gün reanimasiyadadır, can verir”. Bu nə həqarətdir? Qurum bu etibarsızlığı, ümidsizliyi reklam etmək üçünmü yaradılıb?! Dövlət bunun üçünmü böyük vəsaitlər ayırıb?!
Reanimasiyada olan da, can verən də, başını itirən də, üstəlik, kliniki ölüm keçirən də sizsiniz! Uşaqlarınızı, nəvə-nəticələrinizi rus bölməsində oxudursunuz, oxudun, öz işinizdir, amma adamın vicdanı olar, dil təəssübkeşi cildində gözümüzü dikdiyimiz, yeganə varlıq səbəbimiz olan dil açdığımız doğma dilimizi gözdən və etibardan salmaq fəaliyyətinizə son qoyun!
Gedin, öyrəndiyiniz dillər vasitəsilə faydalı işlərlə məşğul olun! Sizə heç kim mane olmur!
Beş manatdan ötrü yuxarı instansiyanı belə bir qurumun mövcudluğunun zəruriliyinə inandırıb vəzifə və səlahiyyət əldə etmək, sonra şəxsi ambisiyalarınızı gerçəkləşdirmək cəhdlərinizdən əl çəkin!
Hər şey göz qabağındadır!

P. S. Təsisatın hər tədbiri, nəticə etibarilə, dilimizə həqarət motivlərini şirnikləndirirsə, deməli, rəqəmlərlə parıltı yaradıb gözə kül üfürən istənilən qurumun fəaliyyəti haqqında ciddi düşünmək və ölçü götürmək zəruridir!


AMEA-nın Nəsimi adına Dilçilik İnstitutunun şöbə müdiri,
professor İdris Abbasov
Ardını oxu...
Xalq artisti Afaq Bəşirqızı qalmaqal yaşadığı və illərdir küsülü olduğu mərhum Azər Paşa Nemətov barədə danışıb.
Teref.az OLAY-a istinadən xəbər verir ki, OLAY-a danışan sənətçi yaşadığı mübahisələrə görə peşman olmadığını bildirib:
“Azər Paşanı 1-5 ildir deyil tanıyıram. Biz onunla möhkəm dost olmuşuq. Dostluğun hörmətini son günə qədər saxlamışdıq. Mənim üçün bu, gözlənilməz oldu. Çox mütəəssir olmuşam. Amma mənə bir təskinlik var ki, şəxsi ambissiyamız üçün sözləşməmişdik, biz aktyorların ümumi rifahının yaxşılaşması üçün belə bir təklif qaldırmışdım. Təsəvvürümə gətirməzdim ki, Azər Paşa qəfil dünyasını dəyişəcək. İnanmazdım ki, xəstəliyə qalib gələ bilməyəcək, ölüm qarşısında əzmini qıracaq, amma deməli, var. Hərhalda səmimi insan olduğuma inanarsınız. Mənə heç kim bu sözləri dedirdə bilməz. Bir dənə heyfisləndiyim bir şey var. Uzaqdan da olsa, bu yaxınlarda onu bir dəfə görəydim. İndiki dostluğun çox fərqi var bizim zəmanənin dostluğu ilə. Həmişə sənətkarların arasında belə söhbətlər olub. Son ana qədər bir-birimizə hörmətsizlik etmədik - təhqiramiz çıxışlar olmadı”.
Sənətçi sosial mediada A.P.Nemətov barədə status yazan həmkarlarına isə bu məsləhəti verib:
“Heç bir peşmanlığım olmadı. Yenə də necə ki, mənim təklifimi eşidib Prezidentim maaşları qaldırdı, yenə də aktyorlara diqqət göstərəcəyinə əminəm. Peşman deyiləm, umacağım yoxdur. Hansısa hərəkəti edəndə özümə güvənirəm, başqasından heç nə güdmürəm. İctimai həyatda gördüyüm işləri müəyyən adamlar bilirlər. Heç vaxt belə müsahibələr verməmişəm, bundan zövq alıram. Heç birindən narazı deyiləm. Hikmət həddindən ziyadə istedadlı oğlandır. Ona qarşı haqsızlıq olub. Amma yenə deyərdim ki, Hikmət balam (Aktyor Hikmət Rəhimov - red.) elə status yazmazdı. Əgər mən halallıq verirəmsə, onlar da halallıq versinlər. Bu, onların böyüklüyüdür. Allah rəhmət eləsin. Öz halallığımı verdim. Əminəm ki, hər şey yaxşı olacaq!”.
 
Ardını oxu...
Akademik Milli Dram Teatrının bədii rəhbəri Xalq artisti Azərpaşa Nemətov vəfat edib.
Bu barədə teatrdan məlumat verilib.
Azərpaşa Zəfər oğlu Nemətov 1947-ci ildə Bakı şəhərində anadan olub.
O, uzun müddət Gənc Tamaşaçılar Teatrında fəaliyyət göstərmiş və yüzdən artıq tamaşaya quruluş vermiş rejissor Zəfər Nemətovun ailəsində dünyaya göz açıb.
Bülbül adına orta musiqi məktəbində, daha sonra Azərbaycan Dövlət Konservatoriyasında dünya şöhrətli bəstəkar Qara Qarayevin sinfində təhsil alıb.
1965-ci ildə isə Teatr İnstitutunun rejissorluq fakültəsinə daxil olub.
1972-ci ildən Gənc Tamaşaçılar Teatrında əvvəl rejissor assistenti, sonra quruluşçu rejissor işləyib.
1974–1977-ci illərdə Sankt-Peterburq teatrında fəaliyyət göstərib.
1977-ci ildə isə yenidən Bakıya qayıdaraq GTT-də rejissor və baş rejissor (1983–1990) işləyib.
Azərpaşa Nemətov 1990-cı aprel ayının 20-dən Azərbaycan Dövlət Akademik Milli Dram Teatrının quruluşçu rejissoru, 31 avqust 2015-ci ildən isə Azərbaycan Dövlət Akademik Milli Dram Teatrının bədii rəhbəri-baş rejissoru vəzifəsinə təyin edilib.
6 yanvar 2016-cı ildən etibarən, Azərbaycan Dövlət Akademik Milli Dram Teatrının baş direktorudur.
12 avqust 2022-ci ildə "Şərəf" ordenina layiq görülüb.
Tanrı ruhunu şad etsin!
 

Ardını oxu...
 
 

AzTV əməkdaşları İranın Azərbaycandakı səfirliyinin qarşısında hücuma məruz qalıblar.

 

QSC-nin İctimaiyyətlə Əlaqələr və Sosial Media şöbəsindən e-huquq.az-a verilən məlumata görə, AzTV əməkdaşları iranlı diplomatların hələ də Azərbaycan ərazisini tərk edib-etmədiyi ilə bağlı məlumatı əldə etmək məqsədilə İran səfirliyinin önünə gəlib.

Obyektivliyi təmin etmək üçün məlumatı dəqiqləşdirmək istəyən AzTV əməkdaşları səfirliyin tərcüməçisi olduğunu bildirən şəxsin hücumuna məruz qalıb.

Xəbər verdiyimiz kimi, ötən gün İran səfirliyinin 4 əməkdaşı rəsmi Bakı tərəfindən "persona non-qrata" elan edilib. Həmin şəxslərin 48 saat ərzində ölkəni tərk etməsi tələb olunub.


 

XalqXeber.Az
Ardını oxu...
Dünya şöhrətli aktyor Bred Pitt 105 yaşlı qonşusuna humanist jestilə insanların sevgi və rəğbətini qazanıb.

KONKRET.az xəbər verir ki, qonşuları bir müddət əvvəl evini 40 milyon dollara satışa çıxaran ünlü aktyorun insanlığından ağızdolusu danışıblar.

Məlum olub ki, bir müddət öncə aktyor 30 illik evini satışa çıxarıb. Keçmiş həyat yoldaşı Ancelina Coli və altı uşağı ilə 2016-cı ilə qədər bu evdə yaşayan Pitt bu illər ərzində evi demək olar ki, yenidən tikib.
Ardını oxu...
Ötən günlərdə evini 39 milyon dollara sata bilən Pittin orada yaşadığı müddətdə qonşularına qarşı son dərəcə səxavətli olduğu ortaya çıxıb. Keçmiş qonşulardan biri, aktrisa Kassandra Peterson Pittin 105 yaşlı qonşusuna milyon dollarlıq malikanədə illər boyu kirayə haqqı ödəmədən yaşamağa icazə verdiyini açıqlayıb.

Kassandra ünlü aktyorun həyat yoldaşını itirən yaşlı qonşusuna isti münasibətindən və qayğısından danışıb. Bildirib ki, Pitt ətrafdakı mülkləri satın almaqla öz malikanəsini tikmişdi: “Onlardan biri doxsan yaşlarında olan Con adlı kişiyə məxsus idi. Onun arvadı vəfat etmişdi və Bred Conun ölənə qədər heç nə ödəmədən orada yaşamasına icazə vermişdi”.
Ardını oxu...
Peterson qonşu olduqları müddətdə aktyor yoldaşının ona qarşı da həmişə mehriban və diqqətcil olduğunu deyib.

Qeyd edək ki, Pittin sözügedən malikanəsi qapalı bir icma daxilində yerləşirdi və 110 ildən çox zəngin bir tarixə malikdir. O, 1910-cu ildə neft baronu tərəfindən inşa edilib və rok əfsanəsi Jimmy Hendrixin 1967-ci ildə “May This Be Love” hitini qələmə aldığı yer kimi tanınır.
Ardını oxu...
Azərbaycanın görkəmli yazıçısı, dramaturqu, jurnalisti, ictimai xadimi, “Molla Nəsrəddin” jurnalının qurucusu olan Cəlil Məmmədquluzadə Azərbaycanın ən qədim şəhərlərindən olan Naxçıvan şəhərində 1869-cu ildə anadan olmuşdur.

Cəlil Məmmədquluzadə Azərbaycan ədəbiyyatı tarixində yazıçı və jurnalist kimi xüsusi bir iz buraxmış ədibdir. Cəlil Məmmədquluzadə Azərbaycanda, eləcə də Yaxın Şərqdə “Molla Nəsrəddin” jurnalı ilə satirik jurnalistikanın əsasını qoyub. Cəlil Məmmədquluzadə publisistikası, nəsr və dram əsərləri ilə Azərbaycan ədəbiyyatını həm məzmunca, həm də formaca da zənginləşdirmişdir. Onun 1920-ci ildə qələmə aldığı “Anamın kitabı’’ dram əsərini oxuyan oxucu XX əsrin əvvəllərindəki Azərbaycan cəmiyyətindəki Vətənə, xalqa, ana dilinə olan laqeydliyi açıq bir şəkildə görür. Bu laqeydliyin Azərbaycan ziyalılarında daha çox olması ziyalıların səhv yol tutduqlarının başlıca göstəricisi idi. Cəlil Məmmədquluzadə bu laqeydliyi tənqid etməkdən heç vaxt əsla çəkinməmişdir. Ədib “Anamın kitabı’’ dram əsərində xalqın nicat yolunu milli kimlikdə, vahid, azad Vətən ideyası ətrafında birləşməkdə görür.

“Anamın kitabı’’ əsəri üç qardaş olan: Rüstəm bəyin, Mirzə Məmmədəlinin və Səməd Vahidin geyimlərinin, danışıqlarının, həyata baxış tərzlərinin fərqlənməyi ilə bir ailənin daxilindəki uçurumu təsvir etməklə o dövrü oxucu gözündə canlandırır. Rusca ali təhsil almış və zehincə ruslaşmış Rüstəm bəy özünü “intelligent” sayır. O, geyim kimi pidjak, jilet və nişastalı yaxalı köynәk geyinir və çox zamanda eynәkdə və boğazında qalstuku olur. Onun digər qardaşı İranda oxumuş Mirzə Məmmədəli isə həm geyiminə, həm də danışdığı dil ilə qardaşlarından tamamilə fərqlənir. Onun başına uca İran börkü qoyur və əyninə isə uzun çuxa, gen şalvar, ağ corab geyinir. O, adəti üzrə başmaqlarını qapının ağzında çıxardıb yerdә diz üstә oturur və hәmişәdə әlindә tәsbeh vә gözündә eynәk olur. Onların ən kiçik qardaşları olan Səməd Vahid isə İstanbulda oxumuşdur. Onunda geyimi digər qardaşları kimi təhsil aldıqları yerin geyim tərzinə uyğundur. O, başına qırmızı fəs qoyur və әyninә pidcak, jilet, ağ yaxalı köynәk vә qalstuk geyinir.Gözlərində isə eynәk olur. Bu üç qardaşın geyimləri kimi zövqləri, dünyagörüşləri də bir-birinin tamamilə əksidir. Ataları mərhum Əbdüləzim oğlanlarından fərqli olaraq, vətənpərvər və milli ənənələrə bağlı bir kişi olmuşdur. Qardaşların milli ənənələrdən tamamilə uzaq düşmələri demək olar ki, onları biri-birinə tamamilə yadlaşdırdı. Onlar biri-birinə o qədər yadlaşdı ki, artıq bir ailədə, bir otaqda belə yaşaya bilməyəcək vəziyyətə çatdılar. Ədibin “Anamın kitabı’’ dram əsəri dörd mәclisdәn ibarətdir. Dramaturq bu üç qardaşın dostlarınında eynilə özləri kimi olduğunu təsvir edir. Əsərdə yaradılan Aslan bәy obrazı hәr cәhәtdәn Rüstәm bәyә oxşayır. Mirzә Bәxşәli obrazıda hәr cәhәtdәn Mirzә Mәhәmmәdәli ilə eynidir. Hüseyn Şahid də hәr cәhәtdәn Sәmәd Vahidә oxşayır. Müəllif bu obrazlarla cəmiyyətdəki uçurumun genişliyini oxucuya çatdırmışdır. Dramaturq əsərin əvvəlində Rüstәm bәyin, Mirzә Mәhәmmәdәlinin vә Sәmәd Vahidin ümumi kabinәsinin təsviri ilə üç hissəyə parçalanmış vətəni əlaqələndirir: “Bir tәrәfdә böyük yazı stolu, üstündә qırmızı mahutdan örtük, yanında neçә dәnә sandalya, kitab şkafı, stolun üstündә vә şkafın içindә kitablar. Stolun üstündә telefon, mürәkkәb qabı, qәlәmlәr, kağızlar vә qeyri yazı әşyası. Bu-Rüstәm bәyin yazı stolu. Bir tәrәfdә qoyulub kitab qәfәsәsi üstә kitablar, yanında bir dәnә sandalya. Bura Sәmәd Vahidin yeri. Bir tәrәfdә qoyulub sandıq, içindә vә üstündә yekә vә qara cildli köhnә müsәlman kitabları. Sandığın yanında döşәk. Bu da Mirzә Mәhәmmәdәlinin yeri”.

Dramaturq əsərin əvvəlindən sonuna kimi qardaşları məşğul, bir dəqiqə belə işlərindən ayrıla bilməyən insanlar kimi təsvir edir. Rüstәm bәy əsərin əvvəlindən başlayaraq, lüğəti üçün yeni söz axtarır. Hər üç qardaş heç bir məsələdə ortaq qərara gələ bilmədiyi kimi bacıları Gülbaharında evlənmək məsələsində bir qərara gələ bilmirlər. Rüstәm bәy Gülbaharı Aslan bәyә, Mirzə Mәhәmmәdәli Mirzә Bәxşәliyә, Səməd Vahid isə Hüseyn Şahidә verək deyir. Qardaşların bu işindəndə bir mәtlәb hasil olmur. Dramaturq əsərdə Gülbaharın sözləri ilə qardaşların nə dərəcə yola gedə bilmədiyini göstərir. “Sizin mәnim barәmdә çalışmağınız әbәsdir; çünki mәn bilirәm ki, mәn bir kәsi xoşlasam da, sәn razı olsan, Mәhәmmәdәli dadaşım razı olmayacaq; Mәhәmmәdәli dadaşım razı olsa, sәn izin vermәyәcәksәn; hәr ikiniz dә xoşlasanız, Sәmәd dadaşım bәyәnmәyәcәk. Bir yadınıza salın, görün indiyә kimi mәnim üstümdә siz üç qardaşın neçә dәfә dava-mәrәkәsinә qonşular yığışıb tamaşaya. Yox-yox, mәn heç kәsә getmәk istәmirәm. Kaş siz bir-biriniznәn yola gedin”.

Cəlil Məmmədquluzadə “Anamın kitabı’’ dramında vətəni, doğma yurdu təmsil edən Qurban, Qәnbәr, Zəhra bәyim, Gülbahar kimi obrazlar yaratmışdır. Ədib əsərdə cәmiyyәti-xeyriyyәnin iclasında iştirak edən Gülbaharın sözləri ilə öz mövqeyini oxucuya çatdırır. “Vallah, sözün doğrusu budur ki, çobanların danışdığından savayı mәn bir söz başa düşmәdim”.

Cəlil Məmmədquluzadə “Anamın kitabı’’ dramında vətəninə, doğma yurduna layiqli olmayan üç qardaşın, yәni Rüstәm bәy, Mirzә Mәhәmmәdәli vә Sәmәd Vahidin mәnzilinin axtarılması, kitabxanalarının müayinә edilməsi, mәzmunlarının tәftiş vә tәhqiq edilməsi səhnəsində Rüstәm bәyin, Mirzә Mәhәmmәdәlinin vә Sәmәd Vahidin əsl simalarını açıb göstərmişdir. Ədib qardaşların soyadları ilə də onların əsl simasını ifşa edir. Rüstәm bәy özünü Rüstәm bәy Әbdülәzimof kimi, Mirzә Mәhәmmәdәli Mirzә Mәhәmmәdәli xәlәfi-mәrhum Ağa Әbdülәzim kimi, Səməd Vahid isə Әbdülәzimzadeyi Sәmәd Vahid kimi təqdim edir.

Cəlil Məmmədquluzadə “Anamın kitabı’’ dramında senzorun sözləri ilə müəllif mövqeyini ortaya qoyur. “Sizi belә qәlәmә veriblәr ki, siz üç qardaş söz bir vә hәmfikir olmusunuz ki, әvvәla, Rusiya islamlarını Türkiyә dövlәtinә tәrәf çәkib, ittihadi-müslimin cәmiyyәtinә iştirak edәsiniz. Saniyәn, axır zamanlarda Azәrbaycanda әmәlә gәlәn Hübbi-vәtәn vә Әdәmi-mәrkәziyyәt firqәsinin amalı yolunda çalışmaqdasınız ki, bir tәrәfdәn Qafqaz Azәrbaycanını, digәr tәrәfdәn İran Azәrbaycanını–ki, ibarәt olsun Tәbriz, Tehran, Gilan, Osmanlı vә İran Kürdüstanı, Urmu vә qeyrilәrә–bu vilayәtlәri bir-birinә ilhaq edib, müstәqil Azәrbaycan hökumәti әmәlә gәtirәsiniz vә salisәn bu fikirdәn dә uzaq deyilsiz ki, müsavat vә hürriyyәt әsaslarını kәndli vә әhli-kәsәbә içindә müntәşir edirsiniz ki, min il yuxuda olan camaat hökumәtin әsarәt zәncirini qırıb, özlәri üçün bir nicat yolu tapsınlar vә hәmin niyyәtlәrinizi әmәlә gәtirmәk yolunda lazımi mәtbuat cәm elәyib, qәlәm ilә çalışmaqdasınız”.

Cəlil Məmmədquluzadə “Anamın kitabı’’ pyesində Rüstәm bәyin monoloqu ilə XX әsrin bir çox ziyalılarını ifşa edir. “Hәlә indiyә kimi xalq bir şeyi başa düşmürdü. İndiyә kimi xalq deyirdi: mәrhәba-Әbdülәzimin oğlanlarına! Maşallah, biri Peterburqda elm tәhsil edib, biri İstambulda, biri Nәcәfül-әşrәfdә. Üçü dә, maşallah, oxuyub alim olub. Amma bundan sonra ağızlarda söylәnәcәk ki, haman üç alimlәrin biri (Mirzә Mәhәmmәdәliyә işarә edir) xüsüf-küsuf duası yazır; biri (Sәmәd Vahidә baxır) mәfailün fәilatün; biri dә … (özünә baxır), vallah, mәn özüm dә heç başa düşmürәm ki, mәn nәçiyәm”.

Cəlil Məmmədquluzadənin “Anamın kitabı” pyesi yüksək ideyasına və dərin məzmununa görə bütün dövrlər üçün öz aktuallığını qoruyub saxlaya bilmişdir. Əsərdə qardaşlarının kitablarını yandıran Gülbahar qardaşlarının bir-birinə bu qədər yadlaşmalarına üsyan edirdi. Əsərdə öz milli köklərindən ayrılanların faciəsinə toxunulmuşdur. Cəlil Məmmədquluzadə “Anamın kitabı’’ əsəri üç qardaşın komediyası, ananın faciəsi, Gülbaharın isə dramıdır. Əsər Azərbaycanın milli birliyinə həsr olunub.
Həcər Atakişiyeva
gununsesi

Dünyapress TV

Xəbər lenti